Kişinin eşya, varlık ile ilişkisi onun farkına varması ile başlar. Farkında olduğumuz şeyler üzerinden ilişki geliştiririz.
Şehirler de öyledir içinde yaşadığımız şehirlerin farkına varmalı ve onlarla ilişki kurmamız lazım.
2000'ler öncesi Müslümanlar olarak içinde yaşadığımız şehrin farkına varamadığımızdan bir mekan-şehir tasavvuru geliştiremedik. Şimdilerde bunun farkına vardığımızı söyleyebiliriz ve artık şehir tasavvurlarımız oluşuyor.
İsmet ÖZEL Bir yazısında müslümanlar ne istiyor diye soruyor.
Farkında değiliz belki ama şehirler ve mekanlar zihin dünyamızı şekillendiriyor.
İbni Haldun der ki: Coğrafya kaderdir.
Her şehrin bir kaderi vardır. Şehirler de insanlar gibi doğar büyür ve ölürler.
İnsan ve şehir karşılıklı olarak birbirinin kaderini etkiler.
Kur’an-ı Kerim'de Beled Suresinde Allah bir beldeye yemin eder. Bazı kaynaklarda bu belde Mekke, bazılarında Medine, bazılarında ise Kudüs diye geçer. Aslında La uksimu bihezel beled denildiğinde üzerine yemin edilen belde yaşadığımız şehirdir. Ayetler bugün bizlere bu şekilde inzal oluyor.
Mekke'nin kaderinde paganism-putperestlik vardı. Ancak Efendimiz ve arkadaşları Mekke'nin de Medine'nin de kaderini değiştirdiler. Bizler de şehirlerimizin kaderinden etkileniyoruz, şehirlerimizin kaderine etki diyoruz, etkilemek zorundayız. Müslümanlar yaşadıkları şehirlerin, beldelerin kaderini olumlu manada değiştirmeli, etkilemelidirler. Gaziantep şehri bunu yaptı. 25 yıl önce sol ağırlıklı bir şehir iken şu an şehir halkının çabalarıyla farklı bir kimliğe büründü.
Şehir-medeniyet adına konuşabileceğimiz değerlerimizin tamamının ayaklarını yere basması lazım. Değerlerimizi yaşadığımızın şehrin sokaklarına, duvarlarına taşıyabilmeliyiz. Kitaplarda yazdıklarımız sokakta hayat bulmazsa medeniyete dönüşmez.
200 yıl öncesine kadar medeniyetler kendilerini şehirler ile tanımlardı. Bağdat, Horasan, Şam, İstanbul ve daha nice şehir orada hakim olan medeniyetten izler taşırdı. Ancak ulus devlet kavramı ile medeniyetlerin şehirler üzerinden konuşulması son buldu. Bununla birlikte bu süreç de son bulacaktır.
İslam medeniyeti Mekke ile değil Medine ile tanımlanmaya başlanır. Çünkü İslami değerler ilk olarak Medine'de hayat bulur. Hz Ömer takvimi hicret ile başlatır. Çünkü İslam medeniyetinin doğması Medine ile başlar.
Hicret'ten önce Yesrib olan şehir Medine'ye dönüşür. Medinetül Münevvere olur. Yani aydınlık dinin yaşandığı yer. Münevver, bilgiyle aydınlanma demektir. Daha net bir tanım ile vahyin ve bilginin aydınlattığı şehirdir Medine.
Efendimizin Allahu Teala Celle Celalühü’dan almış olduğu vahiy Medine'ye yerleşir, medeniyete dönüşür. Daha sonra Efendimiz fiziken Medine'ye göç eder.
Şehirlerimizin temeli vahiy ve bilgi merkezli olmalıdır.
Kudüs darusselam selamet yurdudur. Birçok kaynakta da böyle tanımlanır. İslam beldelerinin çoğu da fethedildikten sonra bu şekilde tanımlanırlar. İstanbul, Bağdat, Şam, Nişabur, Endülüs şehirleri bunlara diğer örneklerdir.
Bu beldeler farklı kültürlerin bir arada emin bir şekilde yaşadığı beldelerdir. Örneğin Mardin Hilal ve Haçın yüzyıllardır bir arada emin bir şekilde yaşadığı tipik şehirlerden bir tanesidir.
Bugün maalesef beldelerimiz emin de değiller münevver de değiller. Bu durumun temelde iki nedeni var. 1-Batılı güçlerle hesaplaşmalıyız. İkiyüzlü emperyalistler kendi şehirlerindeki ortamı kapitalist organizasyonu doğudaki şehirlere de ihraç ettiler. Belki onların mimarisi kendi şehirleri için geçerli idi. Ama bizim şehirlerimizi kaotik bir hale getirdi.
2-Peki biz ne yapıyoruz? Kendimizi yeniden üretemedik. Erdemi, hikmeti her nesil yeniden inşa etmelidir, üretmelidir. Maalesef şehirlerimiz beton yığınlarına dönüştü. 20 ve 21 Yüzyıl'da kendi tasavvurlarımızı geliştiremedik.
Şehirlerimizde maalesef güven yok, emniyet yok, hava yok, huzur yok.
Günümüz şehirleri sanayi inkılabından çok ciddi bir şekilde etkilendiler. Özellikle sanayileşme ile birlikte köyden kente göç şehirlerimizin değişiminde çok ciddi etkili oldu.
Modernizmin saçayaklarından biri de sekülerizmdir.
Yeni şehirler batıda dinin yaşandığı şehirler değildir.
Modernizmin sacayaklarından diğeri kapitalizmdir.
İstanbul payitaht demektir. Yani, İslam dünyasının merkezi.
Cumhuriyet sonrası ise İstanbul’u, İtalyan şehir plancıları tasarlar. Ekonomik, capitalist, seküler bir bakışla tasarlanır. Bu nedenle Cumhuriyet sonrası İstanbul'un ilçeleri daha çok ekonomik bakış açısıyla şekillenmiştir. Manevi havayı soluyamazsınız.
Artık şehirler Medine değildir, Münevver değildir, Metropoldür.
Max Weber kapitalist bir bakış açısıyla şehirleri pazarlar olarak tanımlar. Seküler capitalist şehirler. Bu felsefe üzerinden şekillenir. Ekonomik seviyeye göre ard bölgeleri olan şehirler. Her şeye rağmen Batı şehirleri kendi serüvenlerini tamamladılar. Sorun batının kendi şehir anlayışını farklı kültürlere ihraç etmesi ile başladı.
Afrika'daki, Ortadoğu'daki şehirler oldukça keşmekeş bir görünüm arz ediyor. Kaotik, kargaşanın olduğu ortamlarda aklı selim insan çıkması pek mümkün görünmüyor. Şehirler aklı selimi beslemiyor. Batının şehir anlayışı Ortadoğu ve Afrika şehirlerinde emperyal bir hava oluşturup tamamen tüketici bir kimliğe büründü. Daha doğrusu kentlere dönüştü.
Şehir Farsça'da görünür olmak demektir.
Hacı Bayram Veli der ki:
Nâgihân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm
Ben dahî bile yapıldım tâş u toprak arasında
yani “Birdenbire o gönül denilen şehre vardığını;
o şehri yapılır gördüğünü;
kendisinin de o taş ve toprak arasında kalarak yapıldığını” ifade ederek şehrin zihin dünyasını etkilediğini ve hatta zihin dünyalarımızın da şehirleri etkilediğini ifade eder.
Yenişehirler daha profan daha sekülerist.
Günümüzde insanlar şehre, köyde bir kaç dönüm arazi satın alabilecek birikim yapma mantığıyla gidiyor. Sonra geri döneriz diyorlar. Sanki bu nedenle gittikleri şehirlere uyum sağlamakta zorlanıyorlar. İçinde sükun bulacakları konutlar inşa edemiyorlar. Bir yolcu gibi davranıp, bir şehir, bir konut, bir yaşam alanı perspektifi çizemiyorlar. Öyle ki gecekondular bu mantıkla oluştu. Bu durum zihnimize arabesk bir kültür olarak yansıdı ne tam şehirli, ne de tam köylü. Mescidlerimiz bile gecekondu gibi: Ruhsuz…
İşte bu ortamlarda gelişen İslamcı Kimlik de maalesef arabesk bir anlayışa sahip oldu. Dünyaya şekil verme iddiamız var. Ama yaşadığımız şehir ile ilgili bir tasavvur oluşturamıyoruz. Bu anlayış bizi geleceğe taşıyamaz.
Peki modern şehirleri reddetmeli miyiz? Modernitenin sonuçlarını silip atabilecek miyiz? Hayır sorunlara gözümüzü kapatamayız. Bu sorunlarla hesaplaşma ve bu sorunlarla yüzleşmeliyiz. Şimdi biz bu sorunları konuşacak uzun uzun müzakere ortamları oluşturmalıyız. Modern şehirler reddetmek yerine onları yeniden inşa etmeli onlara kendi ruhumuzu yansıtmalıyız.
Evlerimiz, dairelerimiz İslami bir bilinçle inşa edilmiyor. Mühendislerimiz, mimarlarımız yaşam alanlarımızı tasarlarken merkeze değerlerimizi değil ekonomiyi alıyorlar. Çok azımız müşteri olduğu evlerde sükun edebilir miyim kaygısı taşıyor. Birçoğumuz ne kadar prim yapar ne kadar gelir getirir kaygısı ile alışveriş yapıyor. Halbuki içinde sükun ettiğimiz mekanlar bu düşüncelerden ırak olmalıdır.
Şehirde olmak ile şehirli olmak aynı şey değildir. Ülke nüfusunun yüzde doksanı şehirlerde yaşıyor ama şehirli olanlar çok çok daha az bir orana sahipler.
Kurum kuruluşlarımızın mekanları da Medeni bir bakış açısıyla tasarlanmalıdır. İslami yapılar, şehirdeler ama şehirli değiller. Köyde inşa edilmiş gibi duran mekanlar söz konusu. Geleneği olmayanın geleceği olamaz diyor İbrahim KALIN. Geleneği, geleceği, değerleri olmayan bir anlayışla yol alamayız.